Gazeteci Yusuf Çelik ile Munzur Festivali sonrası açılan davayı konuştuk: “Gazetecilik bir suç değil; halkın haber alma hakkını savunmaktır.”

Röportaj: Eylem Esen Arabacı

Dersim’de bu yıl düzenlenen Munzur Kültür ve Doğa Festivali sırasında gözaltına alınan Özgür Gelecek muhabiri Yusuf Çelik hakkında açılan davanın ilk duruşması, geçtiğimiz günlerde Tunceli 1. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Çelik, duruşmaya İstanbul’dan SEGBİS aracılığıyla katıldı. Mahkeme, gazeteciye 10 ay hapis ve 400 TL adli para cezası verdi; ancak hükmün açıklanmasını geri bıraktı.

Gazeteci Çelik, hem dava sürecini hem de Türkiye’de gazetecilik yapmanın anlamını pembehayat.org’a anlattı.

Öncelikle geçmiş olsun. Dilersen en baştan başlayalım. Munzur Kültür ve Doğa Festivali sırasında neler yaşandı, gözaltına alınmana ne gerekçe gösterildi? Festivalde gazeteci olarak mı bulunuyordun? O gün orada neyi haberleştiriyordun?

“Öncelikle Eylem çok teşekkür ederim. En baştan başlamak gerekirse, Munzur Kültür ve Doğa Festivali’nde Nisan Yayınları olarak bir stant açtık ve bu stantta Kültür Bakanlığı onaylı kitapların satışını gerçekleştirmek istedik. Ancak sakin geçen bir günün sonunda polis standa saldırmak istedi. Saldırı anında stantta bulunmuyor olmamdan kaynaklı aslında olayın ne olduğunu anlamam biraz zaman aldı. Standa ulaştığımda çok sayıda sivil polisin standa yöneldiğini ve kitapları toplamaya çalıştığını gördüm.

Gerekçelerini sorduğumda “elimizde bir belge var” dediler. Ancak belgeyi görmek istediğimizde göstermediler; yalnızca telefondan okumayı tercih ettiler. Hasılı gösterilmeyen bir belgeyle gözaltına alındım. Gözaltına alınma gerekçesi, “bandrolsüz kitap bulundurma ve satma” ve yeni baskısı yapılmış olan İbrahim Kaypakkaya’nın Toplu Eserleri kitabı olarak gösterildi. Ancak bahse konu kitap yeni çıkmış olmasına rağmen, emniyete tebliğ edilen karar Haziran 2024’e aitti. Aslında gözaltına alınmam da standa yapılan saldırı kadar usulsüz ve anlamsız bir gerekçeye dayanıyordu. Bunun yanı sıra kitaplar doğrudan yayınevi aracılığı ile elimize ulaştığı için kontrollerini de sağlamamıştık. Yani bandrolsüz olduğunu da polisler ile öğrendik. 

Benim o tarihte Dersim’de bulunma nedenim ise Munzur Doğa ve Kültür Festivali kapsamında Dersim coğrafyasındaki sorunlara ilişkin haberler yapmak ve festivali gündemleştirmekti. Gün içinde yapmam gereken haberleri yapmış olsam da akşam için planladığım çalışmaların tamamı askıya alınmış oldu.”

Hakkında açılan dava neye dayanıyordu? Sana yöneltilen “suç unsuru” iddiaları tam olarak neydi? Savunmanda el konulan kitapların kültürel içerikli olduğunu söylemiştin. Bu kitaplar nelerdi?

“Hakkımda açılan davalardan biri, Nisan Yayıncılık tarafından basılan bazı kitapların bandrolsüz olmasına dayanıyor. Bir festivalde alınan diğer ifadede “kovuşturmaya yer yoktur” denilerek dosya kapatıldı, yani davaya dönüşmedi. Ancak geçtiğimiz günlerde yine hukuksuz bir biçimde zorla ifadeye götürüldüm ve yeni bir davanın açılmasını bekliyoruz.

Bahse konu olan ya da olacak tüm davalar, gerçekleşmemiş bir eyleme dayanıyor. Son duruşmada da gördüğümüz üzere savcı, kitapları sattığımı iddia ediyor; ancak herhangi bir kamera kaydı incelenmemiş, tanık ifadeleri alınmamış. Yalnızca o gün orada bulunmamdan yola çıkarak kitapları sattığımı ve bunun cezalandırılması gerektiğini savunuyor.

Kitaplara gelecek olursak, toplamda 16 kitaba el konuldu. Bunlardan bazıları; Çıban, Tohum, Sürgün, Yeni Başkayanlar için Çizgilerle Mao ve Dersim’e gittiğinizde adını duvarlarda bile göreceğiniz Qopo’ya dair bir anlatı kitabı vardı.”

Mahkeme 10 ay hapis ve para cezası verdi ama hükmün açıklanmasını geri bıraktı. Bu karar sana nasıl hissettirdi? Bu tür cezaların “hükmün açıklanmasının geri bırakılması” şeklinde verilmesi sence nasıl bir baskı aracı haline geliyor?

“Mahkeme, on ay hapis cezası ve 400 TL para cezasına hükmetti ve hükmün açıklanmasını geriye bıraktı. Türkiye’de artık gün geçtikçe artan bir baskı ve faşizm gerçeğiyle karşı karşıyayız. Verilen cezalar, yapılan gözaltılar artık çok tanıdık hale geldi. Ancak bu cezalara alışmıyoruz; istediğimiz dünyayı inşa etmek için her geçen gün daha fazla mücadele ediyoruz.

Hükmün açıklanmasının geri bırakılması (HAGB) Türkiye’de bir cezalandırma yöntemi olarak kullanılıyor. Beş yıl boyunca herhangi bir suça karışmamamız isteniyor. Ancak Türkiye’de gazeteci, LGBTİ+ birey veya aktivist olarak yaşadığınızda, zaten sürekli kriminalize edilen bir konumdasınız. Bu yüzden HAGB’yi bir “lütuf” olarak değil, doğrudan bir baskı aracı olarak görüyoruz. Kabul etmiyoruz, boyun eğmiyoruz.”

Bu davayı, Türkiye’de özellikle yerel veya muhalif medyada çalışan gazetecilere yönelik baskıların bir örneği olarak görüyor musun? Gazeteciliğini “Özgür Gelecek” gibi bağımsız bir mecrada yürütüyor olmanın, devletin gözünde nasıl bir fark yarattığını düşünüyorsun?

“Kesinlikle öyle. Bu dava yalnızca bana değil, muhalif basının tamamına verilmiş bir mesaj niteliğinde. Çünkü Özgür Gelecek gibi yayın organları, devletin çizdiği sınırların dışında haber yapıyor; sistemin gizlemeye çalıştığı gerçekleri kamuoyuna taşıyor. Bu da doğal olarak iktidarın hedefi haline gelmemize neden oluyor.

Yerel ve bağımsız medyada çalışan gazeteciler genellikle daha korumasız durumda; çünkü ulusal medyadan farklı olarak hem maddi hem de hukuki destekten yoksunlar. Dolayısıyla üzerimizdeki baskı daha doğrudan hissediliyor. Devlet, bu tür cezalarla hem bizi susturmak hem de bağımsız gazeteciliği caydırmak istiyor.”

Son olarak Türkiye’de basın özgürlüğünün geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsun? Ayrıca hem meslektaşlarına hem de seni takip edenlere ne söylemek istersin?

“Türkiye’de basın özgürlüğü tarihini içinde çok sancılı süreçler yaşadı ve yaşamaya da devam ediyor. Sansür, otosansür ve kriminalizasyon neredeyse her düzeyde kendini gösteriyor. Gazeteciler artık sadece haber yaptıkları için değil, haber yapmak için gittikleri sahada bile çok ciddi sorunlar ile karşı karşıya kalıyor. Saraçhane’de de bunu çok yakından görmüştük. 

Ama umutsuz değilim. Çünkü her baskı girişimi, aynı zamanda dayanışmayı da büyütüyor. Özellikle bir özne olarak hapis cezasını aldığım ilk andan itibaren lubunyaların desteğini çok yakından hissettim. Tamda böyle bir yerden bizi takip eden herkese şunu söylemek isterim: Gerçeğin tarafında durmaktan vazgeçmeyin. Biz susturuldukça değil, konuştukça güçleniyoruz. Gazetecilik bir suç değil; halkın haber alma hakkını savunmaktır. Biz hem bu hakkı hem de kimliğimizi savunmaya devam edeceğiz.”