11. Yargı Paketini Paketliyoruz | Av. Nergiz Görnaz: “Bu yasa yaşamı hedef alıyor”

Röportaj: Eylem Esen Arabacı

pembehayat.org’un 11. Yargı Paketini Paketliyoruz serisinin ilk bölümünde, Avukat Nergiz Görnaz ile konuşuyoruz.

Taslakta yer alan “biyolojik cinsiyete aykırı davranışları teşvik” maddesini, Anayasa ve AİHS bağlamında değerlendiriyor; hukukun nasıl araçsallaştırıldığını, hangi maddelerin doğrudan LGBTİ+ yaşamını hedef aldığını anlatıyor.

11. Yargı Paketi’nin sızan taslağında yer alan LGBTİ+ karşıtı maddeleri ilk okuduğunuzda ne hissettiniz?

“Açıkçası şaşırmadım ama öfkelendim. İktidar toplumu belirli bir “ahlak” anlayışına göre yeniden şekillendirmeye çalışıyor — ve bu dönüşümün ilk adımını her zaman olduğu gibi ilk olarak LGBTİ+’lara saldırarak atıyor. 11. Yargı Paketi, hukukun diliyle değil, iktidarın dayattığı ahlak anlayışıyla yazılmış.

Burada mesele sadece bir yasa değişikliği değil; bedenleri, kimlikleri ve yaşam biçimlerini kontrol altına alma çabası var.”

Hukuken baktığınızda, bu maddeler mevcut anayasal ve uluslararası normlarla nasıl bir çelişki içinde?

“Çok açık bir şekilde hem Anayasa’ya hem de Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelere aykırı.

Anayasa’nın 10. maddesi eşitlik ilkesini, 17. maddesi kişi dokunulmazlığı ve beden bütünlüğünü, 20. maddesi özel yaşamın gizliliğini koruyor. Bu taslak, tüm bu güvenceleri açıkça ihlal ediyor.

Uluslararası düzeyde ise AİHS’in 8. maddesi özel hayata saygı hakkını, 14. maddesi ayrımcılık yasağını güvence altına alıyor. CEDAW, kadınların ve toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılığa uğrayan tüm bireylerin eşit haklara sahip olmasını öngörüyor. Kısacası bu taslak, uluslararası hukukta Türkiye’nin altına imza attığı tüm taahhütleri çöpe atıyor. 

Ancak mesele sadece teknik bir hukuk ihlali değil; bu aynı zamanda ideolojik bir tercihin yansıması.

AKP iktidarı uzun süredir hukuku, eşitliğin değil itaatin aracına dönüştürmüş durumda. “Genel ahlak”, “aile yapısı” ve “biyolojik cinsiyet” gibi kavramları hukuk metinlerine yerleştirerek, hukuku siyasetin ideolojik uzantısı haline getiriyor.

Bu yolla hem LGBTİ+’ları hem kadınları hem de farklı yaşam biçimlerini hedef alıyor.”

Özellikle “biyolojik cinsiyete aykırı davranışları teşvik” ifadesi sizce ne kadar tanımlanabilir? Hukukta bu denli muğlak bir kavram ne sonuç doğurur?

“Kesinlikle tanımlanabilir bir kavram değil, toplumsal cinsiyet normlarına aykırı görülen her davranışı ve ifade biçimini hizaya sokma amacı da içeriyor. Hukuk, muğlak kavramları değil, somut ve ölçülebilir olguları düzenler. Bu tür muğlaklıklar, keyfi yargılamalara ve sistematik hak ihlallerine zemin yaratır. Savcılar ve hakimler kendi ideolojik pozisyonlarına göre yorum yapar; aynı fiil bir yerde suç sayılırken başka bir yerde sayılmaz. Bu da hukukun öngörülebilirliğini ortadan kaldırır.”

Bu taslak yasalaşırsa, kişiler ve sivil toplum örgütlerinin hangi somut risklerle karşılaşacağını öngörüyorsunuz?

“Bu düzenleme yasalaşırsa en başta cinsiyet uyum süreçleri çok zorlaştırılmış hale gelecek.

Hormon replasman terapisi ve cerrahi süreçlerde devlete bu denli kısıtlayıcı yetki verildiğinde, bireylerin bedeni üzerindeki tasarruf hakkı tamamen elinden alınmış olacak.

Sivil toplum açısından da ciddi bir baskı mekanizması kurulmuş olur: “biyolojik cinsiyete aykırı davranışları teşvik” suçu, LGBTİ+ hakları savunuculuğunun tamamını kriminalize etme aracı haline gelebilir.

LGBTİ+lar, LGBTİ+ örgütleri, LGBTİ+ hak mücadelesinin yanında duran sözlerini yükselten tüm örgütler, alanda çalışan hekimler, avukatlar, psikologlar, dernekler, hatta sosyal medya paylaşımları bile hedef alınabilir. Bu, hak savunuculuğunu suç haline getiren, toplumu muhbirleştiren bir rejimin hukuki zeminini yaratır.”

Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler (CEDAW, AİHS vb.) bu konuda nasıl bir güvence sunuyor?

“Uluslararası alanda aslında çok ciddi güvenceler var. Türkiye hâlâ Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne, CEDAW’a ve Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’ne taraf. Bu metinler; ayrımcılık yasağını, özel yaşamın gizliliğini, kişilerin cinsel yönelimi ve cinsiyet kimliği temelinde eşit muamele görme hakkını güvence altına alıyor.

Ancak sorun şu: iktidar bu yükümlülükleri yalnızca imza atılmış ama uygulanmayan birer belge haline getirdi. Tıpkı İstanbul Sözleşmesi’nin tartışmaya açılma ve çekilme sürecinde olduğu gibi, uluslararası normlar fiilen askıya alınmış durumda.

Yine de bu belgeler bizim için önemli; çünkü yalnızca mahkeme koridorlarında değil, politik ve toplumsal mücadelede de meşruiyet zemini sunuyorlar. Bu metinleri devletin karşısına koyarken aslında diyoruz ki: “Siz kendi imzanızı da inkâr ediyorsunuz.” Uluslararası sözleşmeler, sadece bireysel başvuru imkânı sağlamıyor; aynı zamanda devletin keyfi uygulamalarını dünya kamuoyu önünde teşhir etmenin aracına dönüşüyor.

Ama asıl mesele şu: hiçbir uluslararası belge, örgütlü bir toplumsal direnişin yerini tutamaz. Hukuki güvenceler ancak hak mücadelesiyle, dayanışmayla anlam kazanır. Biz hukukçular bu sözleşmeleri yalnızca birer “belge” olarak değil, mücadele alanı olarak görüyoruz.”

Bu yasa girişimi birçok açıdan “nabız yoklama” olarak nitelendiriliyor. Sizce gerçekten bir ön yoklama mı, yoksa kalıcı bir dönüşüm girişimi mi?

“Artık “nabız yoklama” demek fazla iyimser olur. Bu, planlı bir dönüşümün parçası.

Son yıllarda art arda gelen “aile yılı”, “genel ahlak”, “cinsiyetsizleştirme akımı” söylemlerinin, sistematik bir politik hattın ürünü olduğunu düşünüyorum. Bu düzenlemelerle tüm toplumun yaşam biçimi üzerinde  tahakküm kurulmak isteniyor. Bence mesele sadece nabız yoklama değil; otoriter bir rejimin toplumsal zeminini kalıcılaştırma çabası.”

Hukukçular ve hak savunucuları bu süreçte nasıl bir ortak refleks geliştirebilir?

“Hukukçuların artık sadece metinlerle değil, yaşamla, sokakla, toplumsal mücadeleyle bağ kurması gerekiyor. Hukuku dar bir meslek pratiği olmaktan çıkarıp, yeniden bir direniş hattı haline getirmek zorundayız.

Bizler artık “tarafsız” kalamayız. Çünkü ortada açık bir saldırı var. Hukukun araçsallaştırıldığı, mahkemelerin siyasi talimatla hareket ettiği bir düzende, tarafsız kalmak saldıranın tarafında durmaktır.

Bu nedenle hukukçuların görevi sadece dava açmak, dilekçe yazmak değil; hakikatin tanıklığını yapmak, baskıya karşı ses çıkarmak ve dayanışma ağlarını büyütmektir.

Barolar, hukuk örgütleri, feministler ve LGBTİ+ örgütleri yan yana gelmeden bu saldırı dalgasına karşı koymanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Bu dönemde hukukçulardan beklenen yalnızca hukuki bilgi değil; politik cesaret. Çünkü yasaların yazıldığı değil, yıkıldığı bir dönemdeyiz.”