Yazıya başlamadan önce sizlere neden bu başlığı seçtiğimi açıklamak istiyorum. Yazının başlığını arama motorlarında aratacak olursanız karşınıza “Türkiye Nefret ve Fobi Üretim Merkezi Sözcüsü” H.K.’nın bir gazetede kaleme aldığı aynı başlıklı bir yazıyla karşılaşacaksınız. Bu kişiden çok bahsetmek istememekle birlikte, kişi Ağustos 2017’de kaleme aldığı bu yazısında Trump yönetimi altındaki Amerika’da yükselmeye başlayan siyah karşıtlığını ve siyah karşıtı kitlenin analizini yaparak yükselen gerilimin ne noktaya varacağına dair düşüncelerini paylaşıyor.

Yazının girişinden bir alıntıyla devam etmek istiyorum. Sözcü H.K. yazısında şöyle diyor:
“Amerikalı beyaz üstünlükçüler isyanda. Kim bunlar? ? "Beyaz, Anglo-Sakson ve Protestan" (WASP) kimlikler? Yani ABD'nin -şimdilik- çoğunluk nüfusunu oluşturan kesimleri isyanda. Neye isyan ediyorlar? Kısaca eskisi gibi kerameti kendinden menkul bir üstünlükleri olmamasına.
Bir zamanlar siyahlara yapıldığı gibi restoranda hizmet görmekten, otobüse binmeye, eğitimden oy vermeye kadar hakları mı kısıtlanıyor? Yoksa hâlâ beyaz olmayan tüm Amerikalılara yapıldığı gibi polislerin umarsızca silahla saldırmasına mı maruz kalıyorlar? Yoksa toprakları haksızca ellerinden alınıp, zorunlu göçe mi tabi tutuluyorlar? Ya da CV'sinde beyaz tenli olduğu için görüşmeye bile çağrılmayanlar mı var? İşin ironisi bir yana, o meşhur deyişte olduğu gibi: Ayrıcalıklı olana eşitlik zulüm gibi gelir

Tespitine katılmamak işten değil. Aynı zamanda “psikolog” olan H.K.’nın 2017 yılındaki düşünüş biçimi ve hassasiyetinden, söz konusu translar ve diğer tüm LGBTİ+’lar olduğunda, eser kalmadığını son süreçte herkes gözlemlemiştir. Ve fakat “Türkiye Nefret ve Fobi Üretim Merkezi Sözcüsü” olduğu kadar “Cis-Hetero Ayrıcalıklarını Koruma ve Cis-Hetero Üstünlükçülüğünü Yaşatma Derneği Genel Başkanı” da olan bu kişiden tutarlılık beklemediğimi bu yazıyı okuyan herkes elbette hissedecektir. Son dönemde özel olarak LGBTİ+ varoluşlar ve LGBTİ+ aktivizmini köşesine taşıyan H.K., bakın burası çok önemli, neler söylüyor:

“? Onların tanımladığı üzere bir heteroseksist, yani kadının ve erkeğin olduğu ve hetoroseksüelliğin tek meşru norm olduğu bir düzen vardı. Eşcinsel hareketin bunun yanlış olduğunu ileri süren ve kendi varlıklarının da kabul edilmesini öngören talepleri vardı. Fakat sonra, özellikle son 10 yılda, yazıda bahsettiğim üçüncü dalga feminizm ile heteroseksüel olmayan ve "queer" siyasetle çakıştığı noktadan itibaren aslında tamamen cinsiyetsiz toplum olarak tanımlayabileceğimiz bir yere, heteroseksist matrisin gayrimeşru ve anormal olduğunu, insanları kadın-erkek diye tanımlamanın bir tür faşizm olduğunu iddia eden bir yere geldi. Ayrıca topluma bunun çağrısını yapan, tamamen kadın erkek tanımlarından ayrı, cinsiyetsiz bir biçimde cinsiyetten zuhur eden ikilikleri cinsiyete boğmadan bir dünya kurma noktasına geldi. Yani "artık anormal olan bizler, normal olan onlar" gibi bir hâle gelinmiş bulunuyor.

Amerika'yı yeniden keşfetmeye gerek yok? Amerika'daki ve Kıta Avrupa'sındaki duruma baktığımızda aileye nasıl zarar verdiğini, geleneksel toplum yapılarının erozyona uğramalarının ne gibi etkileri olduğunu birebir göreceğiz. Bugün "eşcinsel çocuk" diye bir vakıadan bile bahsetmeye başladılar. Üç yaşındaki kız veya erkek çocuğuna "doğduğun cinsiyete aitsin" demenin bile bir tür faşizm olduğunu öne süren bir duruş var. Hatta bunu ebeveynlerin hakları arasından çıkarmak için hukuk mücadelesi veren, kendi zaviyesinden ne kadar faşist olduğunu asla görmeyen ve kabullenmek istemeyen, kendine hangi zamirlerle hitap edilmesini istiyorsa topluma bunu dikte edecek bir pozisyonda kendini gören, kılık kıyafetten tutun gündelik hayatta cinsiyet belirten her şeyi toplumsal hayattan silmeye, bu sınırlar arasını olabildiğince görünmez kılmaya ve sınırları kaldırmaya ahdetmiş böyle bir siyasi varlık karşımızdaki.

Yukarıda H.K.’nın bir “psikolog” olarak kaleme aldığı yazının kavramsal hatalarını, tutarsızlıklarını, bilinçli manipülasyonunu ve stratejik sığlığını ele almak başka bir yazının konusu olabilir belki, dikkatinizi çekmek istediğim yer orası değil. Okuyucu aslında psikolog H.K. örneğiyle translar başta olmak üzere tüm LGBTİ+ öznelerin nasıl bir siyasi varlıkla karşı karşıya olduğunu çok rahat bilince çıkarabilir.

Entelektüel görünme çabasıyla bizlerin söylemlerini bizlere karşı kullanabildiğini düşünen ancak akıntıya karşı kürek çektiği için bugünün dünyasında bir utanç nişanesi haline gelen H.K.; esasen bugün kimlikler söz konusu olduğunda karşı karşıya kaldığımız en temel çelişkiyi bünyesinde taşıyor. Amerika’da beyazları “eleştirdiği” noktaya düşüyor, karşıtına dönüşüyor ve “kısaca eskisi gibi kerameti kendinden menkul bir üstünlükleri olmamasına” isyan ediyor. Ayrıcalıklarının farkında, bilinçli bir natrans olarak, eşitlik fikri ona zulüm gibi geliyor.
 
Tutarlı Tutarsızlığın Hazin Serzenişleri
Cinsiyet kimliği ile cinsel yönelim arasındaki farkı bilmeyen ya da bilerek farksızmış gibi gören H.K. tam da bu noktada transların her an deneyimlediği natrans üstünlükçü düzenin bütünlüklü bir özeti, politik minyatürü haline geliyor.

Ayrıcalıklara sahip ve ayrıcalıklı olmayı doğal bulan kitleler, üstünlük kurararak elde ettikleri bu ayrıcalıklarını kaybedeceklerini fark ettikleri an tutarsızlıklarını tutarlı hale getirmeye çalışarak dengelerini koruyabilecekleri sanrısına kapılırlar. Bu sanrı onları telaşa sürükler ve bu telaşla attıkları her adımda tarihsel konumlanışları daha da belirginleşir, maskeleri düşer. Burada söz konusu olan çeşitli manipülasyonlar ve zor teknikleriyle doğal kıldıkları eşitsizliğin ortaya çıkması ve bu eşitsizlik üzerine inşa ettikleri üstünlüğün yarattığı ayrıcalıklı alanı yitirmeye başlamalarının daha da belirginleşmesidir.

Kimlik mücadelesi yürütülen tüm alanlarda bu ayrıcalık sahipleri, eşitlenmeye karşı bir direnç geliştirir ve bu direnç krizi daha da derinleştirir. Burada problematize edilmesi gereken üstünlükçülerin ayrıcalıklarından vazgeçmeyişi, kendileri merkezci suni doğallıklarını norm olarak dayatmaları ve tüm bu pragmaların yarattığı konfordan kopamamalarıdır. Ancak “doğaları gereği” şiddet, zor ve manipülasyonlarla ayrıcalıklarını normlaştıran üstünlükçüler, üstünlüklerinin verdiği gücü üstün olmayanları problematize etmek için kullanır.

Translar söz konusu olduğunda ise politik duruşları ya da yaşam tarzları ne olursa olsun ayrıcalıklı olan, kendini merkeze alan, üstünlüğünü normalleştiren ve bunu doğal olan olarak servis eden üstünlükçü anlayış bu yazıda natrans olarak adlandırılacak. Burada cisnormatif, cis merkezci, trans dışlayıcı gibi birçok tabiri bu kitleyi tanımlamak için kullanılabilir, ancak burada bilinçli olarak natrans sözcüğü kullanılacaktır.

Natrans markezci, natrans üstünlükçü, transfobik bu odağın serzenişleri neden gün geçtikçe hazin geliyor? Ayrıcalıklarını yitirmeye başladıkça kaynağı oldukları şiddeti, nefreti ve fobiyi güncelleyerek yeniden transların üzerine kusmaya çalışa bu kitle güç kaybettiğinin gayet bilincinde olarak bu amok koşusuna girişiyor. Ayrıcalıklarını kaybetmemek adına insanlığın toplumsal değerlerini ayaklar altına alan bir biçimde; iktidarlarını pekiştiren tüm araçları transların ve LGBTİ+’ların üzerine doğrultuyor. Natrans üstünlükçülerin translarla eşitlenmeye başladıklarını fark ettikleri anda tüm bu çıkışları, serzenişleri ve saldırıları hazinleşiyor.
 
Eşitliğin Zorunluluğu
Politik derinliği her geçen gün artan transların toplumsal reddinin gittikçe çözüldüğü, toplumsal kabullenişin giderek arttığı bu dönem, aynı zamanda natrans üstünlükçülerin ayrıcalık kaybı krizlerinin de derinleştiği bir dönem olarak karşımıza çıkıyor. Natrans ayrıcalıklarına sahip üstünlükçüleri açısından hazin hale gelen bu dönem, translar açısından ise geometrik oranda artan bir toplumsal tabana yayılmayı beraberinde getiriyor.

Natrans işgalinde olan tüm alanlara girmeye başlayan ve girdikleri alanları hızlı ve radikal biçimde değiştiren transların varlığı; natrans üstünlükçülerin korkulu rüyası olmaya devam ediyor. Burada hem ayrıcalık kaybının getirdiği telaşı hem de bu telaşla düşmanlaştırılan trans özneyi gözlemliyoruz. Michigan Müzik Festivali’nden Bülent Ersoy Yasağına; Eskişehir Sürgünü’nden Gezi Parkı merdivenlerindeki açlık grevine; Stonewall’dan Ülker Sokağa, oradan Eryaman’a trans hareketinin tarihine baktığımızda ise kriminalize edilmelerine rağmen varoluş mücadelelerinden vazgeçmeyen transların bugün artık eşitlenmeyi gündemine aldığını görüyoruz.
Natrans ayrıcalığının olmadığı bir dünya hedefiyle harekete geçilen bu günlerde üzerinde önemle durulması gereken nokta eşitliğin bir zorunluluk haline gelmesidir. Natransların translarla eşitlenerek ayrıcalıklarından ve üstünlükçü konumlarından vazgeçmeleri/el çektirilmeleri bir gereklilik halini almıştır. Transları yok sayan, kriminalize eden; transları yalnızca kendi istedikleri bir toplumsal katmana sıkıştıran ve damgalayan natrans merkezci toplum bugünün güncel ihtiyaçlarını karşılayamamaktadır. Toplumsal tabana yayılan ve her adımda varlığını kabul ettirerek yeni alanlar yaratan transların bugün artık eşitlenme talebini dile getirmesi, trans hareketinin geldiği noktayı gösterir niteliktedir. Translarla eşitlenmemek adına tüm zor aygıtlarını, nefret söylemlerini, ayrımcı politikaları ve fobiyi topluma yaymaya çalışarak trans hareketinin kazanımlarını, birikimlerini yıkmayı hedefleyen natrans merkezci düşünce gericidir, tehlikelidir ve transların yaşamını tehlikeye atmaktadır. Burada problemin kaynağı translar değil, H.K. örneğinde simgeleşen trans karşıtı kitlenin ayrıcalıklarından vazgeçememesidir.

Trans karşıtı natrans merkezci ittifak; söylem, biçim, kitle ve maske değiştirerek her gün transların karşısına çıkıyor olsa da, temelde aynı şeyleri söylüyor, aynı şeyleri talep ediyor ve aynı telaşı yaşıyorlar. Bugün eşitlenme talebiyle var olan tüm transların bilincinde olduğu şey ise çok net; bizden alınanları geri almanın zamanı!

“Yapacak çok işimiz var. Herkesin birbirine saygı duyduğu ve tüm trans bireylerin yaşam alanlarının kalitesinin iyileştiği özgür bir dünya inşa etmeliyiz.” (Karina Samala)

Türkiye’nin ilk trans hakları derneği olan Pembe Hayat LGBTT Dayanışma Derneği, 30 Haziran 2006 tarihinde Ankara’da kurulmuştur. Dernek adını Alain Berliner’in yönettiği ve erkek bedeninde doğmuş bir kız çocuğun hikayesinin anlatıldığı Pembe Hayat (Ma vie en rose, 1997) adlı filmden almıştır.

BİZE YAZIN

İLETİŞİM BİLGİLERİ

bilgi@pembehayat.org